20080120

bu anlatı nerede oturuyor?

Ağustos 14, 2007

1. Anlatı’dan mekân yazmak

“Bugünün Atina’sında toplu taşımalar metaphorai olarak adlandırılıyorlar. İşe gitmek veya eve dönmek için bir “metafor”a biniliyor –otobüse ya da bir trene. Anlatılar da pekâla bu şekilde adlandırılabilirlerdi: her gün yer’leri aşıyorlar ve düzenliyorlar; onlardan bir seçme yapıyorlar ve birbirine bağlıyorlar; onlardan cümleler kuruyor, gidilecek yolları çiziyorlar. Bunlar mekân güzergâhlarıdır.”(1)

Kent: Halle (Saale). Calvino’nun Teksas için sorduğu gibi “Halle’nin bir imgesini edinmek için ne yapmalı? Bu soru, sanat pratiği içinde eyleyen ama kentsel ve mimari bir eylemin içinden bir kent mekânını deneyimleyen “sanatçı”nın sorduğu sorudur.

Bir kent hikâyesi denemesi:
Bir kent bir gün büzüşüyor, fiziksel olarak değil ama içinde barındırabileceği insan sayısı giderek azalıyor. Mimarlar ve kent plancıları alarm veriyor. Çünkü bir zamanlar kent sakinlerinin mutlu ve huzurlu yaşayabileceği tahayyülüyle kurulmuş binalar boşalıyor. Kent mekânı yavaş yavaş, sakinsiz binalardan oluşan, binaların kendilerinin kent sakinlerine dönüşmeye başladığı bir yer haline geliyor. Ama şimdi bu kentin artıklarıyla ne yapmalı, onları nasıl artı değere dönüştürmeli? Nasıl değer yaratılır? Büzüşme’den bir kültür yaratılırsa, bu açık telafi edilebilir mi?

Kentin hikâyesi şöyle başlayabilir:
Gökten aşağı doğru bakarken, yeryüzünde bir kent görünüyor. Her yeri, topraklarının çoğu çok kalabalık olan dünyanın burası boşluğuyla yukarıdan görünüyor. Bu kentte bir mimar yaşıyor, bir de şehir plancısı. Peki burası niye önce doldu, bir kent oldu da sonra boşaldı? Kentin eski sakinleri şöyle anlatıyor: Bir gün ülkenin sistemi değişiyor, insanlar üredikçe kentte fabrikalar kuruluyor. İnsanlar çalışmaya başlıyor. İnsanlar üredikçe çalışıyorlar, çalıştıkça üretiyorlar, ürettikçe ürüyorlar, kent büyüyor. Bu halk için parklar, yollar, avlular, evler, iç avlular, meydanlar kuruluyor. Elbette fabrikada çalışanlar, aileleri ve kendileri için bir yaşam alanına ihtiyaç duyuyorlar, bu kent pek zengin de değil. O zaman bu kentte yaşayan mimarla şehirci, kent sakinleri için başlarını sokabilecekleri yer’ler inşa ediyor. Hayal edebileceğimiz en sade oturma birimleri burada kuruluyor. Biri binalar yapıyor diğeri ise onları düzene sokuyor. Hepsi birbirine benziyor, ya da her biri bir diğerinin aynı. Sonra bir gün geliyor ve ülkenin sistemi yine değişiyor. Fabrikalar kapanıyor, kent sakinleri olanaklarını daha geniş buldukları başka kentlere göçüyorlar, arkalarında, güçsüz devler gibi kalan, bellek oyunlarına boyun eğen, yüzlerce, binlerce apartman bloğunu yararsız kılarak, boş bırakarak… Sonra mimar ve şehirci düşünmeye başlar: Yararsız bir uzama dair…

Oda Projesi deneyimi olarak boş mekân nasıl hayal edilebilir..? Bunca zamandır, kişileri birbirine bağlamaya, onları birbirleriyle konuşturmaya ve bunu yaparken de kent mekânını ödünç alarak, kentin ilişkiler yaratma potansiyellerini kendine model alarak ortamlar kurma çabası içinde olan, bunun üzerine düşünen bu eyleme biçimi, böylesi bir kent karşısında, bu mimar ve şehirciyle birlikte ne yapabilir?

Boş mekân korkusu: Yol boyunca uzanan, yolların sınırlarını oluşturan bu mimari kütleler, bu unutulmaya yazgılı koca anıtlar, birbirlerine dayanmış olarak bir mekânın hem olanaksızlığını hem de olanaklılığını açığa çıkarıyorlar. Bu kente birçok hikaye düzülebilir. Çünkü bu mimari yapı/tların, anı/tların kente kattığı imge öylesine güçlü ki, her biri farklı bir filme, anlatıya dekor olabilir, her birini farklı işlevlerde ya da işlevsizliklerde hayal edebiliriz. Tasarlanmış eskitim’inin dışına çıkabiliriz. Öyle ki unutmaya başladığımız noktada, bu unutuşu esgeçmeden, o unutuşu hatırlayarak yeni olasılıklar hayal edebiliriz. Kentlerin her zaman bir imgeler yığını, esnek bir müze olduğunu unutmadan davranıp, kenti arşınlayan her bir adımın sahibinin, o kente ne katabileceğini hayal edebiliriz.
Boş mekân korkusundan sıyrılmak için mekânları insanlarla ve anıtlarla doldurmaktan çok, ilişkilerle doldurma taktiğini anımsayabiliriz. İlişkilerin saldığı korku yere basanları, kaldırımdan yürüyenleri, kenti göz hizasından deneyimleyenleri değil, daha çok kente yukarıdan bakıp, denetim kurmak isteyen makro bakışları bağlıyor.

Misafir olarak Oda Projesi:
Bir yer’in kullanıcılarıyla ilişkiye geçmek ve o yer’in dinamiklerini, o mekânı bire bir deneyimleyen yer sakinlerinden, bir anlatı’ymışçasına dinleme taktiğini, yaparak eyleyerek, konuşarak geliştirmiş olan Oda Projesi Halle kentinde ne yapabilir?
Oda Projesi önce Halle kentine misafir oldu. Her zaman yaptığı gibi komşularını aradı önce ama kentin sakinleri sürekli hareket halinde olduklarından kime komşu olduğunu tam olarak belirleyemedi. Ev sahiplerine yöneldi, kentin hikayesini onların ağzından dinledi. Ev sahipleri kentin mekânını yeniden üretme çabasında olan mimar ve şehircilerdi. Harita üzerinden bir kente baktı/bakması için bir ortam oluşturdu. Haritanın büyüklüğü, gerçekte kenti oluşturan küçük hikayeleri, anlatıları bulanıklaştırdı. Bir kentin büyük tarihinin aslında bu küçük hikayelerin unutulduğu noktadan başladığı, harita imgesinin keskinleştiği, korkutucu olmaya başladığı alanda kendine bir konum tutmak istedi.

“Anlatılar, böylece, durmaksızın yer’leri mekâna, mekânları da yer’lere dönüştüren bir iş ortaya koyarlar. Aynı zamanda birinin diğeriyle sürdürdüğü değişken ilişki oyunlarını da düzenlerler. Bu oyunlar, sabit ve hemen hemen madenleşmiş (böylesine bir yolculuk etme eyleminin panoramayı baştan sona aştığı söylemin kendisi dışında hiçbir şey hareket etmez) bir düzenin yerine oturtulmasından, mekân çoğaltıcı eylemlerin (polisiyelerde ya da birkaç halk masalında olduğu gibi, ama bu mekânsallaştırıcı taşkın sayıklama yazınsal yer’in sınırlarının pek de dışında kalmaz) git gide yükselen ardışıklığına dek uzanan bir yelpaze içinde sonsuz sayıdadırlar. Tüm bu anlatılar çerçevesinde, yer’lerin kimliklendirilmesi ve mekânların gerçek kılınması anlamında bir tipoloji olanaklıdır. Ama bu alanda, birbirinden farklı bu işlemlerin birleştiği biçimleri imlemek için bazı kriterler ve inceleme sınıfları gereklidir, en temel yolculuk anlatılarına yöneltecek olan gereklilik.”(3)

Bir anlatılar koleksiyonu yapmak, haritadan bakarak yazılan, bu anlamda gündelik yaşamdan koparak, kentin, gerçekliğini yitiren bu üst söylemini bir kenara koyarak, yararsız uzamları, zamanları bir “sorun” olarak görmeyi reddederek, Oda Projesi imzasını yok sayarak ama “sanatçı” konumunu da bir yazar’ın konumuna dönüştürerek yazarsız bir anlatı oluşturmak mümkün müdür?

Sahte’nin olanakları:
Sahte: gerçeğin yeniden üretimi olabilir mi?
Oda Projesi mimarın ve şehir plancısının büzüşen kent’ler olarak dillendirdiği anlatıya ikinci bir katman eklemek adına kentle ilgili sahte haberler yazmaya başladı. Ama sahte haber, anlatıya doğru yöneldikçe sahte olmaktan çıktı ve başka bir gerçeklik boyutu kazandı. Halle’nin görünmez kentini açığa çıkarmanın bir yolu olarak, dil boyutunun biraz değişerek, haber diliyle gündelikleştirilerek, yeni bir kenti üretmek ve bu kenti de gazete ya da farklı bir yayıcıyla kent sakinlerine sunmak için Oda Projesi anlatıya başvurdu.

“MÜZE KENT
Halle kenti, dışa göç vererek nüfusunun büyük bir kısmını yitirmişti ve son birkaç ay içinde belediye, Halle kentini, tüm kullanılmayan mekânlarıyla birlikte, olduğu gibi muhafaza etmeye karar verdi ve kararın ikinci adımı Halle’yi müzeleştirmek ve kent mekânını açık bir sergileme alanına dönüştürmek oldu.
Birçok kişi, farklı yaşam olasılıkları arayışında Batı’ya gitmişti. İstatistiklere göre kentte kalan nüfus sadece mimarlar, kent plancıları ve sanatçılardan oluşuyor. Bu kadar kısıtlı bir profil de çalışma alanlarının daralmasına neden oluyor. Yemek, müzik vs gibi farklı kültürel araçların tercihindeki değişimle beraber, kent mekânının kullanımı da değişiyor. Göç devam ediyor, binalar büyük oranda boş ve Halle’de yaşamaya devam eden nüfus ise, bu boş ve işe yaramaz binaların artıklarıyla nasıl başa çıkılabileceği gibi ciddi sorunlarla yüzleşmek zorunda kalıyor. Bu meseleyle ilişkili olarak yapılan son proje ise, Bauhaus Dessau Vakfı tarafından 2004-2005 yıllarında düzenlenen “Büzüşen Kentler” projesiydi, birçok öneri ve “büzüşme kültürü” yaratmak adnıa ciddi bir çaba olmasına karşın, kentin gerçekliğiyle uyuşan hiçbir proje gerçekleştirilmedi.
Kenti olduğu gibi yansıtma ve sunma kararıyla birlikte kent plancıları Halle/Saale’nin dünyanın en büyük açıkhava müzesi olabileceği önerisinde bulundular. Müze kentin girişlerinde, 2.5 euro gibi sembolik bir ücret ödeniyor. Müzeyi bir rehber eşliğinde dolaşmak istiyorsanız, halen kentte yaşayan ya da daha önce burada yaşamış olan biriyle gezebiliyorsunuz. Ayrıca müzenin tasarım mağazasından, kenti dolaşırken kullanabileceğiniz harita, dürbün, not defteri, renkli kalemler, plastik piknik halısı, şapka, çek-at kamera, toplar, tebeşirler, ipler, sprey boyalar gibi birtakım nesneler satın alabilirsiniz.
Halle Açıkhava Müzesi’nin keyfini çıkarın! Daha fazla bilgi için belediyeyle bağlantıya geçebilir veya müzenin web sitesini ziyaret edebilirsiniz: www.halleasamuseum.de”

Soğuk kültür olarak adlandırılan tv, radyo, basın mekânını bir tür anlatı mekânına dönüştürerek, bu medyaların kendi ayakta kalma stratejilerini ödünç alarak, bir kent mekânı için bir ayakta kalma taktiği yaratmak mümkün müdür? Bu anonimmiş gibi davranan anlatılar, bir mekânın yazılması için bir araç olacaklardır aynı zamanda. Bu sahte haberleri bir son ürün olarak ele almamalı, onları bir kentin imgesini değiştirmeye, dönüştürmeye, kendi potansiyeli içinden geçerek izlenen güzergahı çizmeye destek olacak bir tür araç olarak kullanmalı.

“Anlatı, kentsel deneyimin doğasında vardır: her hikâye bir yolculuk hikâyesidir. Dil, anlatısal zaman çizgisi boyunca çözülen mekânsal metaforlar üzerine kuruludur, bu anlamda, anlatıya yönelik eylemler mekânı düzenleyen pratiklerin tanımlanmasına katkıda bulunurlar.”(4)

Bu anlatıları, birincil zamandan ve mekândan (yapılar veya kendi durduğumuz nokta), üçüncü zamana ve mekâna sıçramayı sağlayacak bir yaylı, gidip gelen, esnek bir çubuk gibi düşünebiliriz. Üçüncü zaman eylemin kendisinin yarattığı, kesişimler ve ayrışımlardır ve üçüncü mekân bu kesişim ve ayrışımların yaşandığı, deneyimlendiği alandır.Karşılaşmaların, rastlaşmaların, kesişimlerin, birleşmelerin, ayrışmaların, arzuların biriktiği alandır. Olasılıklara açık, olasılıkları mekânın sunduğu olanaklardan çıkaran bir eylem biçimi…

2. Yer’den anlatı yazmak
2000 yılından başlayarak oda projeleri yoluyla ilişkiye geçilen tam 154 kişi, fiziksel bir oda yerine bir kitap mekânında buluştular. Oda Projesi’nin başlattığı bir dizi soruyla, bu 154 kişi arasında zincirler oluştu. Biriktirilen soruları Oda Projesi kişilere yönlendirdi ve birbirini tanıyan ya da tanımayan bu 154 kişi kitap yoluyla birbirleriyle konuştular. Bu “konuşma”lardan oluşan kitap, basılı malzeme mekânının olasılıklarını açmak yoluyla, ortak bir anlatı tahayyülü, bir anlatı kurma niyetidir. Bir mekândan yola çıkan bu anlatılar, kendileri bir mekân kurarlar, bu anlatılar apartmanında, bu kitap mekânında birbirine komşu olmak, birlikte yaşamak mümkün müdür?

“…mekân pratik edilen bir yer’dir. Böylelikle, kentbilimi tarafından tanımlanan sokak, yayalar tarafından bir mekâna dönüşür. Aynı biçimde, okuma, bir işaretler dizgesinin -yazının- kurduğu yer pratiği tarafından üretilen bir mekândır.”(5)

Oda Projesi mekânı bir kitap olursa ne olur?
Olası mekânlar projeler için bir çerçeve midir? Yoksa eyleme geçirilen ve anlatıya dönüştürülen yer’ler midir?

(Oda Projesi kitabı vesilesiyle yazılmış tüm bu metinler aslında Oda Projesi’nden bağımsız olarak birer metin, birer kendine içkin anlatı… bu durum beni, bu metinler niye var oluyorlar sorusuna götürüyor ve bu noktada saçmaya varan bir şeyler hissedip, sonra aslında bu metinlerin yazılması için bir ortam oluşturduğumuzu hatırlıyorum. Sorular yoluyla kişiler birbirine bir biçimde bağlanıyor gerçekten ama onları tek bağlayan, Oda Projesi’yle geçirdikleri deneyim. Fakat metinler, bu anlamda, aslında başarılı bir biçimde öylesine kendilerine özgüler ki, dolayısıyla Oda Projesi yok oluyor… Bir anlatıyı var eden nedir ki?
Yani aslında o metinleri kendi başlarına görmeye “okumaya” çalışmam şununla ilgili: şimdiye kadar projeler yoluyla ortaya çıkan söylemi hep ortak bir zemine oturtmuştuk, kendiliğinden de böyle olmuştu zaten… ama şimdi bu anlatıların her biri gerçekten kendine özgü ve belirli bir imzası olan birer yapıt… Ama birleştikleri nokta aslında Oda projesi olduğunda ama içerikleri de bir yandan Oda Projesi’nden bağımsız da olabildiği için metinleri bütünlüklü okuduğumuzda ortaya yazarsız (yararsız) bir kitap çıkıyor aslında.)

Kişi kendi rolünden ne kadar sıyrılabilir, ki kendisi gibi olmayan bir kişiyle diyaloğa geçebilir? Bourdieu yoksulların “ödünç alınmış” söyleminden bahsediyor, ki biz burada, hep kendimizle karşımızdaki arasında bir rol değişimine işaret ederken aslında bu sefer soru soranla cevaplayan arasında da bir rol değişimi öneriyoruz, dolayısıyla burada sadece “yoksul” ödünç alınmıyor aslında, burada herkesin birbirinin farklı nedenlerle yoksulu olduğunu düşünürsek (ki kitap onları böyle kılıyor, çünkü Derya, Niyazi’nin söylemini ödünç alabilir ya da Aydan, Birsen’inkini vs. Ama burada artık yoksulun metaforik bir anlamına doğru gidiliyor, hayat ve düşünce yani pratik ve teori “pratik”leri bağlamında) aslında birbiriyle tanışmak ve konuşmaktan yoksun bu anlamda da yoksul olan bu insanların birbiri ile konuşması için bir zemin hazırlanmış oluyor.
“Yazıların sahiplerinin bu anlatıları oluştururken duydukları hazzı düşünerek haz duyuyorum” diyebilir miyiz? Mekândan duyulan hazzın, Oda Projesi’nin metaforik mekânındaki karşılaşmaların oluşturdukları niyetler ve arzuların metinleşmesi, ama bu niyetlerin oluşum aşamasında Oda Projesi’nden bağımsızlaşıp, kişilerin yazan bedenleriyle kurdukları mekânın ve çevresinin farkına vararak oluşturdukları 154 ayrı mekân söz konusu. Kitapta sorulan sorular da daha çok bu mekâna yöneliyor. “Mahallenize nasıl bir katkıda bulundunuz?” sorusu, mekân yaratma olanağına açık, bu olanağa davet eden bir sorudur aslında… Ya da komşu nedir diye sorulduğunda kime komşu olunduğunu anlamak için öncelikle kişinin bulunduğu yer’den, mekân’dan başlaması ve sonra kime komşu olduğunu anlayarak bu soruyu cevaplayacak olması bir öngörüye işaret ediyor. Öncelikle, “Ben nerede duruyorum” sorusu tahayyül edilebilir.

Üç anlatı katmanı:
Kitap’ın üç farklı okuma biçimi söz konusu: Birincisi tüm metinlerin birleşerek yazarsız (yararsız?) bir metne dönüşmesi ve birleştikleri ortak nokta Oda Projesi olduğundan bir tür Oda Projesi imgesi yaratması ya da varolan imgeye müdahale etmesi, onu değiştirip, dönüştürmesi (ki Oda Projesi ile ilgili cevaplardaki ortak nokta Oda Projesi “başarısız” oldukça, ya da kendini yok ettikçe varoluyor’du). Burada bir tür mekân çözümlemesine varabiliriz. Kent mekânı, proje mekânı, olasılıklar mekânı, kentten ödünç alınan mekân olasılıkları…
İkinci okuma biçimi her metnin tek başına, ama yine yazarından bağımsız bir şekilde ele alınıp, onları kendi başına varolan birer anlatı, efsane ya da dedikodu, anonim olarak kabul edip, “bu metinler niye var? niye yazılmış?” diye sordurtan bir düzlemde okunması. Çünkü biliyorum ki, yanıtımı yönlendiren bana sorulan, bana bir önceki kişi tarafından ama yine ondan önceki kişi tarafından yönlendirilmiş kişi tarafından sorulmuş sorudur. Bu sorular zincir ilerledikçe, yazarını yitirir, başa dönmek zorlaşmıştır artık; anlatıyı oluşturan, kitap mekânı içinde ileriye doğru gittiği gibi, önceki bir imgeye de göndermesi olan toplu bir düşünce dizgesidir. “Yazımı bir öncekinin diline göre şekillendiriyorum, çünkü ona cevap veriyorum, cevap verirken de onun gibi yazıyorum.”
Üçüncü okuma ise her bir kişinin kendini tanıttığı paragraflar üzerinden giderek yapılan okuma, ki burada karşımıza oldukça kişisel, samimi metinler çıkabiliyor. Bir kişinin kendince kendini tanıttığı o noktada ise anlatının özyaşamöyküsel bir saptamaya dönüştüğü; aklımızda, hayalimizde bu anlatı üzerinden canlandırdığımız bu kişinin yanıtını tüm çelişkileri ve akıl oyunlarıyla yaratmış olduğu noktada, biliyoruz ki önümüzde bir yazar var.

Özge Açıkkol

1) Michel de Certeau, L’invention du quotidien 1. Arts de faire, Éditions Gallimard, 1990, s. 170.
2) Halle, eski Doğu Almanya’da kimya endüstrisinin başlamasıyla, ve işçileri barındırmak için yenişehrin kurulmasıyla birlikte (Neustadt) Doğu’nun dördüncü en büyük kenti haline gelen bir Batı kenti. Bauhaus-Dessau Foundation, IBA (International Building Exhibition) ve Stadt Halle’nin birleşerek oluşturdukları atölye çalışması, aynı süreçle yüzleşen birçok farklı kenti kapsayan, çeşitli disiplinlerden kişileri bir araya getiren “Shrinking Cities” projesi kapsamında yer aldı. Bkz: www.shrinkingcities.com
3) Michel de Certeau, a.g.y., s. 174-175.
4) The Un(common) Place, Art, Public Space and Urban Aesthetics in Europe ed. Bartolomeo Pietromarchi, Fondazione Adriano Olivetti/Actar, s. 15.
5) Michel de Certeau, a.g.y., s. 173.