20080124

İstanbul'da Neler Oluyor? - 3




Diğer yıkımlar...

İstanbul'da Neler Oluyor? - 2















AB'ye uyum süreci ya da İstanbul 2010 adı altında (örn.) Zeyrek ve Süleymaniye'de yapılan yıkımlar.

Zeyrek'te bu yıkıntının hemen yanı başında bir ahşap atölyesi (onarım?), kapının üzerindeki Avrupa Birliği bayrağına dikkat!


İstanbul'da Neler Oluyor? - 1



Teknolojik yöntemle kanalizasyon yapılıyor.

20080120

oda projesi blogu yeniden

uzun süredir, wordpress'te olan bitenler yüzünden blogunu kaybeden oda projesi, yeni blogunu açmış bulunuyor.
şu an okuduğunuz satırlardan itibaren yeni blog yazılarıyla karşılaşacaksınız, aşağıdakiler ise eski arşivden buraya alındı.

şimdi ve burada...

burası neresi


Hamburg’da Bir Yaz

bkz. http://15×75m-hinguckenweggucken.blogspot.com/

Başka Olasılıklar

duvar, tünel girişini karşına aldığında hemen sağda.

neden boş?

ilan bekliyor

yeni bir duvar mı?

Hayır.

oda projesi mekânı neden bu duvar da başkası değil?


Seyyar Mekan

Mekanın yer ile olan ilişkisi üzerine düşündüğümüz zaman bir tür bağlantı ve kökü olma halini de çağrısımsal olarak mekanın içine dahil etmiş oluyoruz sanki. Bu anlamda kiralık ve ya da satılık mekanlar ile düşünüyor ve olasılıkları sınırlandırmış mı oluyoruz? Aklıma gelen, seçimlerin yaklaşması ile bir pastanenin ya da pizzacının bir süreliğine sadece bir tabela yardımı ile bir partinin seçim bürosuna dönüştüğünü görmek. Böyle düşündüğümüzde seyyar mekanların yeni kurgusu hakkında ne söyleyebiliriz? Bir sanat mekanının yere bağlı işleyişinin kırılması ne kadar olası? Ya da gerekli mi; yerin kazanımlarından faydalanmak ilk elde önemli ise, kısa süreli bir yerde olma hali …

“Otonom bölgeler olarak gelişme potansiyeli taşıyan (coğrafi, toplumsal, kültürel, hayali) “mekanlar” arıyoruz- ve devlet tarafından ihmal edilmiş olması nedeniyle ya da harita yapımcılarının gözünden kaçmış olmaları ya da başka nedenden dolayı bu mekanların görece açık olduğu zamanları arıyoruz” Hakim Bey

Mekan üzerine düşünürken bir avlu tasarımı ya da deneyimi nasıl bir yol gösterici olabilir? Avlu odaya bakan, başka odaların da kendisine baktığı mesafeli bir paylaşım alanı olabilirken aynı zamanda bir buluşma alanı olarak da işler. Eski odaya bakan avlunun şu an düzenlendiği hal çoğunlukla göze hitap eden, buluşmayı ve oyunu sınırlayan bir haldedir. Aranan mekana bakan bir avlu olabileceği gibi bu “avlu” işlevi başka bir biçimde de odaya dahil olabilir…

Mekânımızı ararken, aklımızda, İstanbul kentinde, tüm olup bitenlerin, tüm oluşumların içinde, kendimizi nasıl konumlandıracağımız sorusu vardı. Ama şimdi daha farklı bir tavra doğru evriliyor sanki. Bir konum tutmak, bir tavır almaktan çok, sanki Oda Projesi olarak bizim nasıl bir mekânımız olmalı, Oda Projesi nasıl devam edebilir, diye düşünmek daha sağlıklı bir bakış gibi geliyor. Yani bir buluşma mekânından bahsediyoruz, bu anlamda elbette Şahkulu sokakta yer almış olan mekân unutulmamalı, yani çıkış noktasından çok uzaklaşmamalı, proje başka bir projeye evrilecekse, dönüşecekse bile. Fiziksel olarak rahat, misafirperver bir yer hayal edebilir miyiz yine? Hiçbir yere benzemeyen, yine kasten yararsız veya işlevsiz olan bir yer. Öyle işlevsiz ki, birçok işlevi, birçok olasılığı aynı anda barındırabilsin yine.

Mekânımızı ararken aklımızdan neler geçmektedir?
Şahkulu sokakta yer alan mekân ne kadar unutulmalı ne kadar hatırlanmalı?
Yeni mekân Asya yakasında nerede olabilir?
Oda Projesi yeni mekânını kimlerle paylaşabilir?
……..I was looking for you

bir galerinin içinde bir kütüphane, bir kütüphanenin içinde bir radyo stüdyosu olursa, burası neresi olur? ( bknz: gündelik)


Kendini yeniden tariflemek isteyen oda projesi için ilk tarif ne olabilir?

2005 yılından beri çatısız olan oda projesi hareketli ya da geçici mekanların içinde yer aldı. Kendini herzaman kaynağına göre tarifledi durdu. Belki de yeni katılımlar ile kendini yeniden tariflemek istemektedir. (Duyduğuma göre Hafriyat Karaköy’de bir mekân açıyormuş kendine…)

Oda Projesi mekânını ararken, kendini bu blog adresinde buldu. Bundan böyle gündelik söylentiler, uydurma hikâyeler, sahte haberler, gerçek duyurular, kent efsaneleri, biriktirdiğimiz sesler/görüntüler burada yerini bulacak.


Mart 19, 2007

Biz gelmesek mi…?

(300307)

Kimi zaman yurtdışından öylesi davetler aldık ki gitmekle gitmemek arası kalakaldık. Belki bu davetlerin içeriklerini ve süreçlerini burada paylaşmak iyi olur.

(310307)

Aslında, etiketlenme kaygısı ile başlayan bir süreç bu. Oda Projesi’nin, bizim de pek haberdar olmadığımız, farklı, dışarıdan okunduğu durumlar var. ‘Yeni Avrupa’ sergisinin Türkiye’siz olamayacağı, bu yüzden Oda Projesi’nin de olması gerektiği ki, burada çifte, üçlü ya da dörtlü bir saptırma var. Hem Türkiye’yi (yani Doğu-Batı’nın birleştiği yer) temsil ediyor (ki aslında sadece İstanbul?), hem kolektif bilinci temsil ediyor, hem üç kadından oluşan bir proje olduğu için marjinal, hem de sanat mekânlarından çok kendi özerk mekânlarında eylemeyi tercih ediyor gibi okunuyor dışarıdan. Yani bulunmaz Hint kumaşı. Buna karşılık nasıl bir tavır almalı? Gitmemeli, yapmamalı, baştan reddetmeli ya da gitmeli ama eleştirmeli, davet eden kurumla ortaklıklar kurmalı, etiketin ucunu açık bırakmalı. Bu nasıl mümkün olacak?

Calvino demiş ki örneğin: ‘Yazdığım şeylerin benim olarak tanınmasını olanaklı kılan bütün öğeler bana olanaklarımı sınırlayan bir kafes gibi görünüyor. Ah keşke bir el, gövdemden kopuk, kalem tutup yazabilen bir el olsaydım… Bu eli kim kullanacaktı? Adsız bir kalabalık mı? Yaşadığımız çağın ruhu mu? Ortak bilinçdışı mı? (…)’

Tam da bu yüzden kolektif olmadı mı Oda Projesi?

(250607)

Viyana’daki Art in Public Space Vienna projesi kapsamında yapılmak istenen ‘Open Market’ sergisi için aldığımız davete tepki olarak aşağıdaki proje çıkmıştı. Hiçbir zaman gerçekleşmedi. (Maviler, sergiyle ilgili metinden alındı):

The text below is a draft about a contribution of Oda Projesi as a reaction to the Open Market exhibition statement (Art in Public Space Vienna project). This has never been done (the blues are the quotations from the statement):

SOME REACTIONS TO THE “OPEN MARKET” STATEMENT:

Oda Projesi would like to contribute to the event with a text, a text that could be defined as a “another autobiography” of Oda Projesi.

-“The artworks will stay temporary”
vs
a permanent text which will be both the work itself and the critic of the work

-“Visual attractivitiy and architectural exclusiveness”
vs
an inclusive text

-“Peripheral status”
vs
a text which has the “peripherical” aspect with its position in the book but a centralized text with its content, that takes the issues developped around the Oda Projesi experiences: Public Art in Istanbul.

-“Intersection” of the ideas/actions/relations rather than identifications/persons/locals/inhabitants.

- “Gentrification and/or aggressive developement process” around Volkert and Allierten Quarter vs fiahkulu quarter (where Oda Projesi has been acting for 8 years)

- “Conceptualization and initiation of a cultural market place in this unstable environment” ≥ “mutual communication and artistic intervention” versus daily life

Critical points:
Quarter as a “market”, “immigration”, “periphery”, “promise”
Artist as a “traveler”, “marketer”
Art product as “goods”

This text can be taken as a “virtual stage” to open the discussion on “a number of social, political and sometimes pure cultural themes” rather than defining them.
The text itself is pointing out the situation of being absent in the public space as artists but the need of pure discussion on how the artist/artwork is effecting the common places. Through all these points Oda Projesi team with the collaboration of other people will be discussing and sharing experience and redefining the position that it had occupied in a neighbourhood, in public. So the reader will be companying a dialogue that would be questioning its own experience. The projects and the intentions would be the tools of the discussion.

Oda Projesi

3+1 ve digerleri



son bir sual


Neden düşünüyoruz?

Ev

Düşünür

Evin

Bahçesi

Düşünür

Bahçenin

Kapısı

Düşünür

Kapının

Kilidi

Düşünür

radyo mu dedin?



radyo seyredilir mi? stüdyoda izleyici olur mu? radyo yaparken dil sürçmesiyle, ‘izleyiciler’ diyorduk. niye öyle diyorduk?

Kütüphane

22 Mart Perşembe 2007

Bugün Platform’da Açık Atölye var. Oda Projesi, odasında bir arada.

Platform’un Açık Kütüphanesi, sergi mekânının büyük duvarını boydan boya, tavandan tabana, duvardan duvara kaplamış. Kütüphane, hem kitapların durduğu raflardan oluşan bir mobilya, hem de bu mobilyanın durduğu mekân demek. Sergide, kütüphane içinde bir kütüphane var. Tam karşısındaki oturma birimleri kütüphaneyi bir manzaraya dönüştürmüş. Kitapları ve arşivi seyretmek, durmak, sohbet etmek, düşünmek için çok güzel bir yer, bir sahne.

radyo mucizesi



okuyucu dinleyici

kütüphaneye kulak vermis mikrofon

dinleyici

Oda Projesi, 20 Nisan günü saat 13:00ten başlayarak Platform Güncel Sanat merkezinin Açık Kütüphanesi’nde canlı bir radyo yayını yapacak, sessiz olması öngörülen Kütüphane mekânında ses üretmeye çalışacak. Bugün vericisini, antenini, ses kablolarını, seramik tornavidasını satın aldı. Karaköy’de çok özel bir dükkân. Sahibi, bir radyo yayını takımını kusursuz bir biçimde biraraya getirebilecek ender kişilerden biri, evinde radyo yapmak isteyenlere duyurulur.

Okul ödevlerini de yapıyor, ‘Paynır’ markasının yaratıcısı; üzeri incecik kablolar, küçücük vidalar, minicik elektronik parçalar, çiplerle dopdolu kocaman masasının ardında muzip mucit.

20 Nisan Cuma 2007, 13:00 Platform Garanti Güncel Sanat merkezinden canlı yayın. Sokakta el radyonuzla dinleyiniz ama frekans henüz belli değil.

büzüşen kentler

Kentin İmgesini Çalmak

Oda Projesi, kentlerin önerdikleri ve içindeki dinamiklerin çerçeveye aldığı unsurlar üzerinden kent mekânını bir yeniden okuma denemesidir. Kentin kendi içinden, kent sakinleri tarafından üretilmiş stratejiler, yaratılmış olan durumların yeniden üretilmesi, katılımla ve “yayanın iktidarı”yla kaldırım seviyesinden bakarak farklı mekân kullanımları üzerine düşünmek için birer araç haline gelirler.

Oda Projesi, Tool8.2 grubu ile daha çok mimarlık ve şehircilik pratiğine yakın duran bu atölye çalışması sürecinde ilk kez sanat bağlamı dışındaki bir projede yer almış oldu. Oda Projesi, sanatsal üretimin hep tek ve aynı hedefe, sergilenecek nesneye odaklandığı sergiler ya da süreç içeren diğer sanatsal projelerle kıyaslandığında, kent mekanını anlamaya, araştırmaya yönelik, araştırırken verili süre içinde kendi haritasını oluşturarak, kendi noktalarını tespit ettiği bir çalışmada yer almış oldu. Sanat bağlamında daha önce yaptığı projelerde beliren, kolektiflikten hiç nasibini almamış olan sanatç› tavrının, etrafındaki dinamiklerle ilişki kurmaya yanaşmayan bireysel üretimin sıkıntısı bu atölye çalışmasının sunduğu tartışma ortamıyla hafiflemiş oldu.

Oda Projesi, bu çalışmada, kentten bir imge yaratmayı ya da kentin imgesini yeniden üretmeyi bir sanatsal strateji olarak ele aldı. Calvino’nun Teksas için sorduğu soruyu Halle kentine uyarlayabiliriz: “Halle’nin bir imgesini edinmek için ne yapmalı?”
tür sahtelik barındırıyor. Oda Projesi olarak, Halle’nin büzüşme durumuna, bize sunulduğunun aksine bir sorun olarak bakmak yerine, o durumun kendi dinamiklerini keşfetmeye çalışmayı ve o durumun içine sızmayı taktik olarak geliştir“Kent sakinlerinin yeniden ürettiği, paylaşılan bildik gerçekliğin ötesindeki yeni mekân, yani üçüncü mekân kendine dönüşlü, göçebe, arada bir mekândır ve anlık planlar üzerinden işler. Geçmiş ve gelecek arası bir yerde kendini konumlandırır”. Halle kentine baktığımızda, plancılar ve mimarlar tarafından yaratılmış bir üst söylemle karşılaşıyoruz. Bu söylem, gündelik hayata dair eylemlerle çok da uyuşmayabiliyor. Dolayısıyla bu söylemin kendisi birmeyi tercih ettik. Gündelik hayattan kopuk olarak üretilen söylemlerin sahteliği üzerine, bu sefer daha üretken olacağını, farklı katmanlar açacağını düşündüğümüz sahte kent hikayeleri üzerine yoğunlaştık. Üretilmiş bu hikayeler aynı zamanda gazete, tv gibi medyaların anonim dilinden de faydalandı. Bu anlatılar, aynı zamanda bizi davet etmiş olan kent yetkililerinin, kenti büzüşme kültürü üzerinden pazarlama stratejisiyle de oyunuyor, onu da alıp dönüştürüyor, farklı kent okumalarına neden olabilecek biçimde, kenti sunma, kentin reklamını yapma yöntemleri için de bir dizi öneri getiriyordu. Oda Projesi, sahte haberlerden hareketle kent içinde ücretsiz dağıtılan kartpostal formatında sahte ilanlar da üretti.

Üçüncü mekânı yaratmak, ya da onu, fiziksel anlamda olduğu kadar zihinsel katmanda da görünür kılmak için bir taktik olarak “sızma”yı kullandık. Sızmak, yani radyo, gazete, televizyon gibi araçları kullanmak, görünür hale gelmenin ötesinde, bir yapının içinde, sahte ya da gerçek anlatılarla “gerçekten” var olmak, var olurken de bir kent imgesi yaratmak anlamına geliyordu. Yazdığımız sahte haberler, gazete için birer haber prototipi oluştururken, yerel radyolardan birinde de haber anonsu olarak okundu. Halle’de yayın yapan Radyo Corax için bir dizi kısa program hazırlandı ve bu programlar sahte haberlerle birlikte program aralarına bir tür parazit gibi girerek yayınlandı.

Sızma taktiğinin bir uzantısı olarak Oda Projesi, İstanbul’un çeşitli turistik noktalarında, istediğiniz manzaranın önünde fotoğrafınızı çeken Polaroid fotoğrafçılarının eylemini ödünç alarak, Halle’de bir polaroid eylemi gerçekleştirdi. Halle kent haritası üzerinden çeşitli özelliklerine göre seçilmiş buluşma noktalarında Oda Projesi, o alanı kullanan ya da sadece geçip giden kişileri ücretsiz Polaroid çekmeye davet etti. Mekânların özelliklerine göre tepkiler farklılık gösterdi. Kimi yerlerde şüpheyle yaklaşıldı, daha kalabalık, meydan özelliği gösteren mekânlarda ise olumlu karşılandı. Bir fotoğrafın çekilme anı kadar kısa bir süre içinde kent mekânını ödünç alan, o mekânı, manzarayı bir süreliğine fotoğrafı çekilen kişinin kendi hikayesi ile birleştiren ve yine kente mikro dokunuşları çerçeveye alan bir eylem olarak Polaroid, Halle kentine farklı bir bakış yakalamak, kent sakinini projeye davet etmek, onunla ilişkiye geçmek için bir araç oldu. Fotoğrafın çekildiği mekân, fotoğrafı çekilen kişiye mal edilmiş oldu ve yine sahte bir biçimde, fotoğrafın tanıklığında, kent sakini çerçevelenen karenin sahibi olmuş oldu.

Büzüşen kentlerdeki boş mekân korkusundan sıyrılmak için bu yerleri geçici insan grupları ve anıtlarla doldurmak yerine ilişkilerle doldurmak bir taktik olabilir mi? Bu ilişkiler, kaldırımdan yürüyenlerin, kenti göz hizasından deneyimleyenlerin kurduğu mikro ölçekteki ilişkilerdir. Sahte anlatılar da bu mikro ve makro arasındaki ayrışımın arasında bir yerde konumlanmış üçüncü gözün, anonim dilin yeniden ürettiği gündelik yaşantıları konu edinir; efsane, dedikodu, haber arasında gidip gelerek içeri sızar.

Sahte haberler, hikâye dilini de ödünç alır. Kenti, planlar, çizimler, kesitler ve maketlerle boyutlandırmanın dışında, anlatılarla boyutlandırma seçeneğini sunar. Tool8.2’nun “geç kalmak” metaforuyla başka bir boyut açtığı gibi, geç kalınca başka hikâyeler uydurulabileceğinden, örneğin bir partiye geç kalındığında başka bir parti düzenlenebileceğinden ya da o partiye geç kalma nedeninin kendisinin başlı başına bir öneri olabileceğinden hareket ettiği gibi, sahte haber de bir tür olasılık önerisidir. Atölye çalışmasındaki, Tore Dobberstein’ın Neustadt için bir öneri olan hayali kültür merkezi projesi ZFZK, Özlem Ünsal’ın biriktirdiği kişisel haritalar, Sait Ali Köknar’ın Zielot hareketle oluşturduğu birimler, Wieland Krause’nin kelime arşivi, Ozan Adam’ın Halle filmi, sahte haberlerin açılımı olarak da okunabilir. Sahte haberlerle oluşan kavramından anlatılarla, olası bir kültür merkezinin hikâyelendirilmesi, yani düşlenmesi, onun bir imgesinin yaratılması; Zielot gibi niyete dayalı, zihinsel bir çerçeve sunan boş kutuların düşlenmesi, içinin öncelikle hikâyelerle doldurulabilir oluşu; Özlem Ünsal’ın toparladığı, Halle sakinlerinin kişisel haritalarından yazılabilecek hikâyeler, Ozan Adam’ın Halle’nin bir imgesini yakalayıp çerçevelemeye çabaladığı filmi, Wieland Krause’nin olası ve/veya hayali bir hikâyenin yazımına neden olabilecek biriktirilmiş kelimeleri, bu anlatı katmanının çokboyutluluğuyla, sunabileceği olasılıklarla, katılımcı olmalarıyla Oda Projesi’nin kurmaya çabaladığı taktiklerle doğrudan bağlantılıydı. Bu anlamda Tool8.2’nun oluşturduğu fikirlerin bir bağlantı haritası yapılmalıydı belki de. O zaman işte kentin yeni bir haritasına, hem görsel hem de zihinsel olarak yeni önerilerle ulaşılabilirdi. Bu harita, Tool8.2’nun kendi iç bağlantıları ve kentin imgesini yaratan araçların iç bağlantıları üzerine ve sunacakları yeni olasılıklar üzerine daha fazla tartışmak için bir araç da olabilirdi. Ama hiçbir zaman geç değil. (www.shrinkingcities.com)

Özge Açıkkol (2005)


bu anlatı nerede oturuyor?

Ağustos 14, 2007

1. Anlatı’dan mekân yazmak

“Bugünün Atina’sında toplu taşımalar metaphorai olarak adlandırılıyorlar. İşe gitmek veya eve dönmek için bir “metafor”a biniliyor –otobüse ya da bir trene. Anlatılar da pekâla bu şekilde adlandırılabilirlerdi: her gün yer’leri aşıyorlar ve düzenliyorlar; onlardan bir seçme yapıyorlar ve birbirine bağlıyorlar; onlardan cümleler kuruyor, gidilecek yolları çiziyorlar. Bunlar mekân güzergâhlarıdır.”(1)

Kent: Halle (Saale). Calvino’nun Teksas için sorduğu gibi “Halle’nin bir imgesini edinmek için ne yapmalı? Bu soru, sanat pratiği içinde eyleyen ama kentsel ve mimari bir eylemin içinden bir kent mekânını deneyimleyen “sanatçı”nın sorduğu sorudur.

Bir kent hikâyesi denemesi:
Bir kent bir gün büzüşüyor, fiziksel olarak değil ama içinde barındırabileceği insan sayısı giderek azalıyor. Mimarlar ve kent plancıları alarm veriyor. Çünkü bir zamanlar kent sakinlerinin mutlu ve huzurlu yaşayabileceği tahayyülüyle kurulmuş binalar boşalıyor. Kent mekânı yavaş yavaş, sakinsiz binalardan oluşan, binaların kendilerinin kent sakinlerine dönüşmeye başladığı bir yer haline geliyor. Ama şimdi bu kentin artıklarıyla ne yapmalı, onları nasıl artı değere dönüştürmeli? Nasıl değer yaratılır? Büzüşme’den bir kültür yaratılırsa, bu açık telafi edilebilir mi?

Kentin hikâyesi şöyle başlayabilir:
Gökten aşağı doğru bakarken, yeryüzünde bir kent görünüyor. Her yeri, topraklarının çoğu çok kalabalık olan dünyanın burası boşluğuyla yukarıdan görünüyor. Bu kentte bir mimar yaşıyor, bir de şehir plancısı. Peki burası niye önce doldu, bir kent oldu da sonra boşaldı? Kentin eski sakinleri şöyle anlatıyor: Bir gün ülkenin sistemi değişiyor, insanlar üredikçe kentte fabrikalar kuruluyor. İnsanlar çalışmaya başlıyor. İnsanlar üredikçe çalışıyorlar, çalıştıkça üretiyorlar, ürettikçe ürüyorlar, kent büyüyor. Bu halk için parklar, yollar, avlular, evler, iç avlular, meydanlar kuruluyor. Elbette fabrikada çalışanlar, aileleri ve kendileri için bir yaşam alanına ihtiyaç duyuyorlar, bu kent pek zengin de değil. O zaman bu kentte yaşayan mimarla şehirci, kent sakinleri için başlarını sokabilecekleri yer’ler inşa ediyor. Hayal edebileceğimiz en sade oturma birimleri burada kuruluyor. Biri binalar yapıyor diğeri ise onları düzene sokuyor. Hepsi birbirine benziyor, ya da her biri bir diğerinin aynı. Sonra bir gün geliyor ve ülkenin sistemi yine değişiyor. Fabrikalar kapanıyor, kent sakinleri olanaklarını daha geniş buldukları başka kentlere göçüyorlar, arkalarında, güçsüz devler gibi kalan, bellek oyunlarına boyun eğen, yüzlerce, binlerce apartman bloğunu yararsız kılarak, boş bırakarak… Sonra mimar ve şehirci düşünmeye başlar: Yararsız bir uzama dair…

Oda Projesi deneyimi olarak boş mekân nasıl hayal edilebilir..? Bunca zamandır, kişileri birbirine bağlamaya, onları birbirleriyle konuşturmaya ve bunu yaparken de kent mekânını ödünç alarak, kentin ilişkiler yaratma potansiyellerini kendine model alarak ortamlar kurma çabası içinde olan, bunun üzerine düşünen bu eyleme biçimi, böylesi bir kent karşısında, bu mimar ve şehirciyle birlikte ne yapabilir?

Boş mekân korkusu: Yol boyunca uzanan, yolların sınırlarını oluşturan bu mimari kütleler, bu unutulmaya yazgılı koca anıtlar, birbirlerine dayanmış olarak bir mekânın hem olanaksızlığını hem de olanaklılığını açığa çıkarıyorlar. Bu kente birçok hikaye düzülebilir. Çünkü bu mimari yapı/tların, anı/tların kente kattığı imge öylesine güçlü ki, her biri farklı bir filme, anlatıya dekor olabilir, her birini farklı işlevlerde ya da işlevsizliklerde hayal edebiliriz. Tasarlanmış eskitim’inin dışına çıkabiliriz. Öyle ki unutmaya başladığımız noktada, bu unutuşu esgeçmeden, o unutuşu hatırlayarak yeni olasılıklar hayal edebiliriz. Kentlerin her zaman bir imgeler yığını, esnek bir müze olduğunu unutmadan davranıp, kenti arşınlayan her bir adımın sahibinin, o kente ne katabileceğini hayal edebiliriz.
Boş mekân korkusundan sıyrılmak için mekânları insanlarla ve anıtlarla doldurmaktan çok, ilişkilerle doldurma taktiğini anımsayabiliriz. İlişkilerin saldığı korku yere basanları, kaldırımdan yürüyenleri, kenti göz hizasından deneyimleyenleri değil, daha çok kente yukarıdan bakıp, denetim kurmak isteyen makro bakışları bağlıyor.

Misafir olarak Oda Projesi:
Bir yer’in kullanıcılarıyla ilişkiye geçmek ve o yer’in dinamiklerini, o mekânı bire bir deneyimleyen yer sakinlerinden, bir anlatı’ymışçasına dinleme taktiğini, yaparak eyleyerek, konuşarak geliştirmiş olan Oda Projesi Halle kentinde ne yapabilir?
Oda Projesi önce Halle kentine misafir oldu. Her zaman yaptığı gibi komşularını aradı önce ama kentin sakinleri sürekli hareket halinde olduklarından kime komşu olduğunu tam olarak belirleyemedi. Ev sahiplerine yöneldi, kentin hikayesini onların ağzından dinledi. Ev sahipleri kentin mekânını yeniden üretme çabasında olan mimar ve şehircilerdi. Harita üzerinden bir kente baktı/bakması için bir ortam oluşturdu. Haritanın büyüklüğü, gerçekte kenti oluşturan küçük hikayeleri, anlatıları bulanıklaştırdı. Bir kentin büyük tarihinin aslında bu küçük hikayelerin unutulduğu noktadan başladığı, harita imgesinin keskinleştiği, korkutucu olmaya başladığı alanda kendine bir konum tutmak istedi.

“Anlatılar, böylece, durmaksızın yer’leri mekâna, mekânları da yer’lere dönüştüren bir iş ortaya koyarlar. Aynı zamanda birinin diğeriyle sürdürdüğü değişken ilişki oyunlarını da düzenlerler. Bu oyunlar, sabit ve hemen hemen madenleşmiş (böylesine bir yolculuk etme eyleminin panoramayı baştan sona aştığı söylemin kendisi dışında hiçbir şey hareket etmez) bir düzenin yerine oturtulmasından, mekân çoğaltıcı eylemlerin (polisiyelerde ya da birkaç halk masalında olduğu gibi, ama bu mekânsallaştırıcı taşkın sayıklama yazınsal yer’in sınırlarının pek de dışında kalmaz) git gide yükselen ardışıklığına dek uzanan bir yelpaze içinde sonsuz sayıdadırlar. Tüm bu anlatılar çerçevesinde, yer’lerin kimliklendirilmesi ve mekânların gerçek kılınması anlamında bir tipoloji olanaklıdır. Ama bu alanda, birbirinden farklı bu işlemlerin birleştiği biçimleri imlemek için bazı kriterler ve inceleme sınıfları gereklidir, en temel yolculuk anlatılarına yöneltecek olan gereklilik.”(3)

Bir anlatılar koleksiyonu yapmak, haritadan bakarak yazılan, bu anlamda gündelik yaşamdan koparak, kentin, gerçekliğini yitiren bu üst söylemini bir kenara koyarak, yararsız uzamları, zamanları bir “sorun” olarak görmeyi reddederek, Oda Projesi imzasını yok sayarak ama “sanatçı” konumunu da bir yazar’ın konumuna dönüştürerek yazarsız bir anlatı oluşturmak mümkün müdür?

Sahte’nin olanakları:
Sahte: gerçeğin yeniden üretimi olabilir mi?
Oda Projesi mimarın ve şehir plancısının büzüşen kent’ler olarak dillendirdiği anlatıya ikinci bir katman eklemek adına kentle ilgili sahte haberler yazmaya başladı. Ama sahte haber, anlatıya doğru yöneldikçe sahte olmaktan çıktı ve başka bir gerçeklik boyutu kazandı. Halle’nin görünmez kentini açığa çıkarmanın bir yolu olarak, dil boyutunun biraz değişerek, haber diliyle gündelikleştirilerek, yeni bir kenti üretmek ve bu kenti de gazete ya da farklı bir yayıcıyla kent sakinlerine sunmak için Oda Projesi anlatıya başvurdu.

“MÜZE KENT
Halle kenti, dışa göç vererek nüfusunun büyük bir kısmını yitirmişti ve son birkaç ay içinde belediye, Halle kentini, tüm kullanılmayan mekânlarıyla birlikte, olduğu gibi muhafaza etmeye karar verdi ve kararın ikinci adımı Halle’yi müzeleştirmek ve kent mekânını açık bir sergileme alanına dönüştürmek oldu.
Birçok kişi, farklı yaşam olasılıkları arayışında Batı’ya gitmişti. İstatistiklere göre kentte kalan nüfus sadece mimarlar, kent plancıları ve sanatçılardan oluşuyor. Bu kadar kısıtlı bir profil de çalışma alanlarının daralmasına neden oluyor. Yemek, müzik vs gibi farklı kültürel araçların tercihindeki değişimle beraber, kent mekânının kullanımı da değişiyor. Göç devam ediyor, binalar büyük oranda boş ve Halle’de yaşamaya devam eden nüfus ise, bu boş ve işe yaramaz binaların artıklarıyla nasıl başa çıkılabileceği gibi ciddi sorunlarla yüzleşmek zorunda kalıyor. Bu meseleyle ilişkili olarak yapılan son proje ise, Bauhaus Dessau Vakfı tarafından 2004-2005 yıllarında düzenlenen “Büzüşen Kentler” projesiydi, birçok öneri ve “büzüşme kültürü” yaratmak adnıa ciddi bir çaba olmasına karşın, kentin gerçekliğiyle uyuşan hiçbir proje gerçekleştirilmedi.
Kenti olduğu gibi yansıtma ve sunma kararıyla birlikte kent plancıları Halle/Saale’nin dünyanın en büyük açıkhava müzesi olabileceği önerisinde bulundular. Müze kentin girişlerinde, 2.5 euro gibi sembolik bir ücret ödeniyor. Müzeyi bir rehber eşliğinde dolaşmak istiyorsanız, halen kentte yaşayan ya da daha önce burada yaşamış olan biriyle gezebiliyorsunuz. Ayrıca müzenin tasarım mağazasından, kenti dolaşırken kullanabileceğiniz harita, dürbün, not defteri, renkli kalemler, plastik piknik halısı, şapka, çek-at kamera, toplar, tebeşirler, ipler, sprey boyalar gibi birtakım nesneler satın alabilirsiniz.
Halle Açıkhava Müzesi’nin keyfini çıkarın! Daha fazla bilgi için belediyeyle bağlantıya geçebilir veya müzenin web sitesini ziyaret edebilirsiniz: www.halleasamuseum.de”

Soğuk kültür olarak adlandırılan tv, radyo, basın mekânını bir tür anlatı mekânına dönüştürerek, bu medyaların kendi ayakta kalma stratejilerini ödünç alarak, bir kent mekânı için bir ayakta kalma taktiği yaratmak mümkün müdür? Bu anonimmiş gibi davranan anlatılar, bir mekânın yazılması için bir araç olacaklardır aynı zamanda. Bu sahte haberleri bir son ürün olarak ele almamalı, onları bir kentin imgesini değiştirmeye, dönüştürmeye, kendi potansiyeli içinden geçerek izlenen güzergahı çizmeye destek olacak bir tür araç olarak kullanmalı.

“Anlatı, kentsel deneyimin doğasında vardır: her hikâye bir yolculuk hikâyesidir. Dil, anlatısal zaman çizgisi boyunca çözülen mekânsal metaforlar üzerine kuruludur, bu anlamda, anlatıya yönelik eylemler mekânı düzenleyen pratiklerin tanımlanmasına katkıda bulunurlar.”(4)

Bu anlatıları, birincil zamandan ve mekândan (yapılar veya kendi durduğumuz nokta), üçüncü zamana ve mekâna sıçramayı sağlayacak bir yaylı, gidip gelen, esnek bir çubuk gibi düşünebiliriz. Üçüncü zaman eylemin kendisinin yarattığı, kesişimler ve ayrışımlardır ve üçüncü mekân bu kesişim ve ayrışımların yaşandığı, deneyimlendiği alandır.Karşılaşmaların, rastlaşmaların, kesişimlerin, birleşmelerin, ayrışmaların, arzuların biriktiği alandır. Olasılıklara açık, olasılıkları mekânın sunduğu olanaklardan çıkaran bir eylem biçimi…

2. Yer’den anlatı yazmak
2000 yılından başlayarak oda projeleri yoluyla ilişkiye geçilen tam 154 kişi, fiziksel bir oda yerine bir kitap mekânında buluştular. Oda Projesi’nin başlattığı bir dizi soruyla, bu 154 kişi arasında zincirler oluştu. Biriktirilen soruları Oda Projesi kişilere yönlendirdi ve birbirini tanıyan ya da tanımayan bu 154 kişi kitap yoluyla birbirleriyle konuştular. Bu “konuşma”lardan oluşan kitap, basılı malzeme mekânının olasılıklarını açmak yoluyla, ortak bir anlatı tahayyülü, bir anlatı kurma niyetidir. Bir mekândan yola çıkan bu anlatılar, kendileri bir mekân kurarlar, bu anlatılar apartmanında, bu kitap mekânında birbirine komşu olmak, birlikte yaşamak mümkün müdür?

“…mekân pratik edilen bir yer’dir. Böylelikle, kentbilimi tarafından tanımlanan sokak, yayalar tarafından bir mekâna dönüşür. Aynı biçimde, okuma, bir işaretler dizgesinin -yazının- kurduğu yer pratiği tarafından üretilen bir mekândır.”(5)

Oda Projesi mekânı bir kitap olursa ne olur?
Olası mekânlar projeler için bir çerçeve midir? Yoksa eyleme geçirilen ve anlatıya dönüştürülen yer’ler midir?

(Oda Projesi kitabı vesilesiyle yazılmış tüm bu metinler aslında Oda Projesi’nden bağımsız olarak birer metin, birer kendine içkin anlatı… bu durum beni, bu metinler niye var oluyorlar sorusuna götürüyor ve bu noktada saçmaya varan bir şeyler hissedip, sonra aslında bu metinlerin yazılması için bir ortam oluşturduğumuzu hatırlıyorum. Sorular yoluyla kişiler birbirine bir biçimde bağlanıyor gerçekten ama onları tek bağlayan, Oda Projesi’yle geçirdikleri deneyim. Fakat metinler, bu anlamda, aslında başarılı bir biçimde öylesine kendilerine özgüler ki, dolayısıyla Oda Projesi yok oluyor… Bir anlatıyı var eden nedir ki?
Yani aslında o metinleri kendi başlarına görmeye “okumaya” çalışmam şununla ilgili: şimdiye kadar projeler yoluyla ortaya çıkan söylemi hep ortak bir zemine oturtmuştuk, kendiliğinden de böyle olmuştu zaten… ama şimdi bu anlatıların her biri gerçekten kendine özgü ve belirli bir imzası olan birer yapıt… Ama birleştikleri nokta aslında Oda projesi olduğunda ama içerikleri de bir yandan Oda Projesi’nden bağımsız da olabildiği için metinleri bütünlüklü okuduğumuzda ortaya yazarsız (yararsız) bir kitap çıkıyor aslında.)

Kişi kendi rolünden ne kadar sıyrılabilir, ki kendisi gibi olmayan bir kişiyle diyaloğa geçebilir? Bourdieu yoksulların “ödünç alınmış” söyleminden bahsediyor, ki biz burada, hep kendimizle karşımızdaki arasında bir rol değişimine işaret ederken aslında bu sefer soru soranla cevaplayan arasında da bir rol değişimi öneriyoruz, dolayısıyla burada sadece “yoksul” ödünç alınmıyor aslında, burada herkesin birbirinin farklı nedenlerle yoksulu olduğunu düşünürsek (ki kitap onları böyle kılıyor, çünkü Derya, Niyazi’nin söylemini ödünç alabilir ya da Aydan, Birsen’inkini vs. Ama burada artık yoksulun metaforik bir anlamına doğru gidiliyor, hayat ve düşünce yani pratik ve teori “pratik”leri bağlamında) aslında birbiriyle tanışmak ve konuşmaktan yoksun bu anlamda da yoksul olan bu insanların birbiri ile konuşması için bir zemin hazırlanmış oluyor.
“Yazıların sahiplerinin bu anlatıları oluştururken duydukları hazzı düşünerek haz duyuyorum” diyebilir miyiz? Mekândan duyulan hazzın, Oda Projesi’nin metaforik mekânındaki karşılaşmaların oluşturdukları niyetler ve arzuların metinleşmesi, ama bu niyetlerin oluşum aşamasında Oda Projesi’nden bağımsızlaşıp, kişilerin yazan bedenleriyle kurdukları mekânın ve çevresinin farkına vararak oluşturdukları 154 ayrı mekân söz konusu. Kitapta sorulan sorular da daha çok bu mekâna yöneliyor. “Mahallenize nasıl bir katkıda bulundunuz?” sorusu, mekân yaratma olanağına açık, bu olanağa davet eden bir sorudur aslında… Ya da komşu nedir diye sorulduğunda kime komşu olunduğunu anlamak için öncelikle kişinin bulunduğu yer’den, mekân’dan başlaması ve sonra kime komşu olduğunu anlayarak bu soruyu cevaplayacak olması bir öngörüye işaret ediyor. Öncelikle, “Ben nerede duruyorum” sorusu tahayyül edilebilir.

Üç anlatı katmanı:
Kitap’ın üç farklı okuma biçimi söz konusu: Birincisi tüm metinlerin birleşerek yazarsız (yararsız?) bir metne dönüşmesi ve birleştikleri ortak nokta Oda Projesi olduğundan bir tür Oda Projesi imgesi yaratması ya da varolan imgeye müdahale etmesi, onu değiştirip, dönüştürmesi (ki Oda Projesi ile ilgili cevaplardaki ortak nokta Oda Projesi “başarısız” oldukça, ya da kendini yok ettikçe varoluyor’du). Burada bir tür mekân çözümlemesine varabiliriz. Kent mekânı, proje mekânı, olasılıklar mekânı, kentten ödünç alınan mekân olasılıkları…
İkinci okuma biçimi her metnin tek başına, ama yine yazarından bağımsız bir şekilde ele alınıp, onları kendi başına varolan birer anlatı, efsane ya da dedikodu, anonim olarak kabul edip, “bu metinler niye var? niye yazılmış?” diye sordurtan bir düzlemde okunması. Çünkü biliyorum ki, yanıtımı yönlendiren bana sorulan, bana bir önceki kişi tarafından ama yine ondan önceki kişi tarafından yönlendirilmiş kişi tarafından sorulmuş sorudur. Bu sorular zincir ilerledikçe, yazarını yitirir, başa dönmek zorlaşmıştır artık; anlatıyı oluşturan, kitap mekânı içinde ileriye doğru gittiği gibi, önceki bir imgeye de göndermesi olan toplu bir düşünce dizgesidir. “Yazımı bir öncekinin diline göre şekillendiriyorum, çünkü ona cevap veriyorum, cevap verirken de onun gibi yazıyorum.”
Üçüncü okuma ise her bir kişinin kendini tanıttığı paragraflar üzerinden giderek yapılan okuma, ki burada karşımıza oldukça kişisel, samimi metinler çıkabiliyor. Bir kişinin kendince kendini tanıttığı o noktada ise anlatının özyaşamöyküsel bir saptamaya dönüştüğü; aklımızda, hayalimizde bu anlatı üzerinden canlandırdığımız bu kişinin yanıtını tüm çelişkileri ve akıl oyunlarıyla yaratmış olduğu noktada, biliyoruz ki önümüzde bir yazar var.

Özge Açıkkol

1) Michel de Certeau, L’invention du quotidien 1. Arts de faire, Éditions Gallimard, 1990, s. 170.
2) Halle, eski Doğu Almanya’da kimya endüstrisinin başlamasıyla, ve işçileri barındırmak için yenişehrin kurulmasıyla birlikte (Neustadt) Doğu’nun dördüncü en büyük kenti haline gelen bir Batı kenti. Bauhaus-Dessau Foundation, IBA (International Building Exhibition) ve Stadt Halle’nin birleşerek oluşturdukları atölye çalışması, aynı süreçle yüzleşen birçok farklı kenti kapsayan, çeşitli disiplinlerden kişileri bir araya getiren “Shrinking Cities” projesi kapsamında yer aldı. Bkz: www.shrinkingcities.com
3) Michel de Certeau, a.g.y., s. 174-175.
4) The Un(common) Place, Art, Public Space and Urban Aesthetics in Europe ed. Bartolomeo Pietromarchi, Fondazione Adriano Olivetti/Actar, s. 15.
5) Michel de Certeau, a.g.y., s. 173.

radyo manifestosu denemesi

Haziran 24, 2007

RADIO IS JUST A SOFT APPARATUS

Radio is not a radio by itself if you don’t:

-turn on the dead air of your surrounding.
-open a place for yourself and experience the air.
-collect your memories through sound and voice
-gossip, hearsay, cook together, listen to your own music, share your favorite sounds with others
-let your friend to make his/her own broadcasting
-let the airwaves inhabit your own space
-use the microphone freely
-use the microphone as a listener
-use the earphones as a speaker
-use your body as a transmitter
-let yourself to be over-tech
-make narrowcasting
-make noise
-pause the broadcasting
-watch the radio
-sneak into the frequencies
-resound somebody else’s voice

like a radio manifest…

Haziran 24, 2007


What is Radio?
Radio( radyo) is an object in Turkish that is silent and empty when closed and mostly has an antenna and can be seen at homes, offices or cars or in mobile phones. Secondly it is a space that becomes a place when you start to listen radio and when you do radio. It is a space that is magical and so flexiable to shape, it has a power to sneak in to many places and many situations. It is a box that has in it a collection of waves that contains sounds, music, new. When you listen to a radio you also become a collector, the listener has the power to shape the radio. Radio is more exciting then TV at the end!

Why do Radio?
Do radio to try the new space and to try to create another thing out of a given space. Try to use the strategies and tactics that we used for 8 years in a different way. Do radio to be invisible and sneak in.

How to do Radio?
1. Pirate radio: Find a place to put an antenna in the middle of your broadcasting area. Get technical help from someone that has done radio before. Make people believe that this will work. Imagine what kind of a radio station you want. Try yourself first and slowly get the others in this nonphysical stage.
2. Legal radio: Go to a local radio channel and make them believe that the programme you will make will be different and that it will open a gap and some discussions and get some energy in.

Who does Radio?
Everyone can.

Radio / Contemporary art
The relation is quite unique. Radio field is important to use in the sense of contemporary art. The product you come out with the radio is not visible but has a lot of power. The new exhibition space of contemporary art can always be radio, it depends on how you use it.

How do you see your participation in Radiodays.org
Very exciting. A lot of preparation for a strange connection and we tried to get the place ready from where we are broadcasting. Once we were connected to Amsterdam through a radio that was more fascinating. It was not like a phone call, more that a strange relation, like: we can be listened in the neighbourhood through radio, the balcony from where we were was open, there was a microphone one in the balcony one in the next house that connected all to Amsterdam and live in a radio.

Radio as a Stage
Invisible stage or more that you have the physical apparaence but what you have at the end can be anything that you can visualize. This stage allows you to be yourself but play with it or make people listen to you and your decisions but hide also. This stage has audiences that the performers don’t know or see most of the time.

Radio as a Meeting point
Meeting point but much more melting point. A good listener is at the end listens to his or her own radio. Like what remains or has been chosen along the way of listening.

Why use ink and paper for a further step when having used voice and radio waves?

seyyar mekân

Haziran 21, 2007

Mekanın yer ile olan ilişkisi üzerine düşündüğümüz zaman bir tür bağlantı ve kökü olma halini de çağrısımsal olarak mekanın içine dahil etmiş oluyoruz sanki. Bu anlamda kiralık ve ya da satılık mekanlar ile düşünüyor ve olasılıkları sınırlandırmış mı oluyoruz? Aklıma gelen, seçimlerin yaklaşması ile bir pastanenin ya da pizzacının bir süreliğine sadece bir tabela yardımı ile bir partinin seçim bürosuna dönüştüğünü görmek. Böyle düşündüğümüzde seyyar mekanların yeni kurgusu hakkında ne söyleyebiliriz? Bir sanat mekanının yere bağlı işleyişinin kırılması ne kadar olası? Ya da gerekli mi; yerin kazanımlarından faydalanmak ilk elde önemli ise, kısa süreli bir yerde olma hali …

AN ANNEX TO KNOWLEDGE


Truth is a dream my lord / This dream is what he only values in life my lord /
It is strange but good will is what is needed for a dream my lord
Sevim Burak
I.

Let me start with a self-situating introduction before sharing my ideas on the concept of “knowledge”. The initial characteristic of my living experience so far is that it has been shaped by the city Istanbul, among millions of citizens, fascinated and captivated by it and by the immense length of time devised to reflecting upon it and working with it. I believe that the people are being shaped by the places they inhabit, by a certain city, village or town they live in; the ideas, words, acts, feelings are shaped through the experience within the layers of the place and its memory and with the place’s contemporary presence.
My first meeting with the city and the first initial reflections upon the notion of the city came through wandering walks I had in the period in which I was studying sociology at the university, walks that were meant to be open to all the possibilities and not planned for pursing something particular following the daily routine of the urban flux, concentrating mostly on the places of transitions, waiting points and on spots where you can temporarily retreat from the flux and through a panoramic view witness the ways in which the daily life structures itself. Le Corbusier once said that Istanbul is one of the cities that is based upon “Pack-Donkey’s Way” instead of “Man’s Way” which he relates Man’s Way with straight line and right angle, while seeing the Pack-Donkey’s Way as a primitive structure with curves and unorganized development. Still in Istanbul it is hard to find sharp edges and also finalizations and ends; consequently the city flows and flows with the wanderer, with the citizen. The Pack-Donkey’s Way gives one the chance to observe and experience the city in another way.
Going parallel with my experiences in the city with photography and sociology, the collaboration and formation of the artist collective Oda Projesi1, which I have been a member of, formed in 2000 in a flat 45m2 in Istanbul.

II.
In relation to my practice in the artistic field, I don’t define myself as a “knowledge producer” but much more as a facilitator of emerging spaces where a sense of ambiguity arises that allows one to re-look the already given, specified usages of space, language and knowledge. To be defined or considered as an “intellectual” sounds to me as a basic, yet another illustration and reproduction of existing hierarchies within the society. This label may in fact cause obstacles in maintaining the touch with and fusing into the everyday life and get stuck with the traps and closures of a purely rhetorical position. This labelling also reinforces the defence of a certain clique whose members only understands each other and shares the same language yet fail to communicate with the other segments of social life.
The public space that I operate in, as a Oda Projesi member and someone who photographs the city, is strongly tied to the aura of “Istanbul”. It is hard to talk about the homogeneity of the citizens and map out the exact functioning rules or laws of life in Istanbul, so one can say that the possibilities of “structures of survival” are visible which leads us to see various ways of living in the city, side by side and in relation with each other, where every “knowledge” about personal identity, gender roles, national identity, citizenship… is practiced in the everyday life and has always the potentiality to become something else never finished, never completed, never satisfied with itself; you observe these occurences, through the slogans inscribed on public advertisements, at the corners of the shops where the architectural structure may be manipulated according to a certain practical need; on the top of the hills of the city which separate official authorities, in a competing fashion, erect overnight posts with disproportionally big Turkish flags; in the busiest squares squads of police patrol in alarm for a possible pirate demonstration; or one morning you can find out that your street’s name has been changed by a couple of enthusiastic businessman plotting about gentrification projects; or you can read about a recently opened public beach situated in a high-class neighbourhood and unexpectedly mingling the uppest segments of the social hierarchy with the lowest and causing a lot of uproar in the mainstream media and the different usages of the words such as “community” and “citizens” appear in the media; or in a historical area where in one day you witness that it has been prohibited to peddlers; or on the news one can see a debate about the proposal of the municipality for placing a giant “welcoming” public sculpture on an island facing the opening of the Bosporus…The city that builds itself up with rumours and stories and trying to keep some chosen traces from the past to make the history for the future and for the present politics.
How do I position myself on the cultural, social, and political realm? And I ask this question more in wider sense; how does an artist or an art critic or even a “producer” place her or himself within the texture of such a city? I think I occupy an in-between position where I have the tools for engaging with different levels, positions, disciplines, roles; I don’t yet have a “definite position” that allows me to have a distance from all, and to come up with gestures of suggestions to create temporary meeting points of being, thinking and dreaming together.

III.
In the introduction of the book Towards a Philosophy of Photography, Vilem Flusser says: “This book attempts to strengthen this suspicion and, in order to maintain its hypothetical quality, avoids quotations from earlier works on similar themes. For the same reason there is no bibliography. However there is a short glossary of the terms employed and implied in the course of the discussion; these definitions are not intended to have general validity but are offered as working hypotheses for those who wish to follow up the concepts arising from the thoughts and analyses presented here.”
After following some of the presentations in the frame of Concerning Knowledge Production series I thought, rather than quoting artists, thinkers, philosophers one can appropriate their arguments and sentences without naming the origin. The reader of this text might recognize their voices but won’t be exactly able to specify them as a proper quotation. There will be no reference list at the end and the body of the text will function as a space for the narration where the authors will talk to each other. A possible temporary space of knowledge, perhaps… The reason of this long explanation is that from most of the speakers I could not get what “they”, themselves were thinking or experiencing, but rather what the other, the very respected intellectual elite has thought of ( As … says, as….says ). The ideas proposed in some of these presentations then turned into reproducing the knowledge that is already produced and experienced. This also causes the hierarchy of knowledge production to repeat itself and stay on the basis of vertical hierarchy rather then a horizontal one.
Without talking about the context where the knowledge arises from and ignoring the experience at the source and looking at the final result, or choosing to look at something conceived as a result is what I find problematic and dangerous especially when considered the power relations that go with it. Then the knowledge becomes static, formulates itself as a representation and shies away from the possible changes we come across in the daily life. So, what happens to minor experience?
Who will then create the ideas concerning knowledge?
The production and the formulation of knowledge of this kind has appeared in different readings on Oda Projesi work. For example art critic Claire Bishop in the introduction of her interview with Oda Projesi, that was published in Untitled magazine (Spring 2005), uses the following categorical definitions to present the project;
• “Falling somewhere between art therapy, relational aesthetics and social work, Oda Projesi’s practice is hard to pin down, and even more so now they have begun to show on the European gallery circuit (Tensta Konsthall this year, and the Munich Kunstverein and Venice Biennale in 2003).”
• “These young women are a smart and theory-savvy trio who speak assertively about their work. However, the type of projects that they organize are not always easy for subsequent viewers to understand. How legible are their community-based relational projects for people who didn’t participate in them? Do we have to take on trust the artists’claims to be forging a good relations with their neighbours? And do good relations automatically equal good art?”
Also Bishop writes in her text “The Social Turn: Collaboration and Its Discontents” published in Artforum (Feb 2006, Vol.44) about “catalogue of projects” in which Oda Projesi is put in one of the proposed categories and has been defined as “Oda Projesi’s work exists on the level of art education and community events, we can see them as dynamic members of the community bringing art to a wider audience.” “Even when transposed to Sweden, Germany and the other countries where Oda Projesi have been exhibited, there is little to distinguish their projects from other socially engaged practices that revolve around the predictable formulas of workshops, discussions, meals, film screenings and walks.”
Where is Oda Projesi based in? What might situate the acts of Oda Projesi? What is the relation of the project with Istanbul? What does the project understand from “community” and what does the author expect from the word “community”? It appears like none of these were taken into consideration, and there is no mentioning about the dynamics of Istanbul or the very recent history of Turkey or the local art dynamics or even about the social relations specific to the society and communities in concern. Instead the author has decided to use a set of terminologies that is deduced from the “knowledge of art production” designed for the extra-contextual and accordingly Euro-centric art system to understand the “type” of work, following the already-set guidelines Bishop continues her text with comparisons she set up among artists that hardly share any common ground on the bases of experience and concludes it with an accusation she poses for some artists of acting Grace like character of the Lars von Trier movie Dogville. Fullstop. What I find problematic here is the unreflective usage of terms as “social work”, “community based relational projects” which have no direct translation in Turkish language since the social experience in Turkey (and many geographies) cannot be explicated through a terminology based on a formation within a welfare-state. If there is no conception of “social work” in Turkish context and language and no experience such as neither in the art world nor elsewhere, how can then Oda Projesi be taken as the artistic counterpart for it? Without knowing or taking in consideration the context that the project is based on how can one create a new terminology to understand what is going on in there?
What kind of position does the art critic assumes for herself here? What about her/his own situatedness? What is the difference between art critic and art historian in their role? There is a need to develop new ways of looking to the experience and creating new ways to trans-value the already existing knowledge produced before and challenge the inherited categories and limitations. If not, then we see the danger of knowledge how strong and powerful it can be in the system and survive as long as there is someone using it and others appreciating.

IV.
Reconsidering the previous practices of Oda Projesi we can follow Simon Sheikh’s ideas about constructing possible spaces for thinking (instead of knowledge production), to which I would also add constructing “possible spaces for dreaming”.

1. The physical space of Oda Projesi can be a starting point for reflecting upon possible spaces for thinking. The place that inhabited the project for 5 years and had shaped the idea or other spaces was in the historic neighbourhood Galata in the very heart of Istanbul which is close to where cultural and entertainment life is concentrated. The classic architectural texture of the 19th century to be found in the neighbourhood relates to its cosmopolitan character and the presence of the non-Muslim communities of the Ottoman Empire which is lost along the political changes of the 20th century. Later, the neighbourhood has been receiving inner migration since the late 60’s from east parts of Turkey, mostly from the rural areas. The apartment flat that the project evolved in was encircled with large families that are either relatives with each other, or originate from the same village or town, men work in temporary jobs and women stay at home to take care of the kids and the households. In the quarter, a small courtyard exists in the middle of the houses that face each other, the project space was also facing this meeting spot. Özge Açıkkol was the first to open the privacy of the apartment to public, with her project “About a Useless Space.” 2 She emptied out the middle room and turned it into an “exhibition space” leaving it empty, open to intervention. Oda Projesi as a space opened on January 22nd, 2000, soon after Özge’s project, the apartment flat became a gathering place not only for fellow artists, architects, sociologists, musicians, but also, even especially for, the neighbours. This 45 square-meters of rented space in Galata had changing functions, the project and the contributing people searched constantly for new possibilities, it remained as a non-profit initiative with nearly zero budget, up until 2005, when Oda Projesi was evicted from the apartment due to the change of the property owner in line with the process of gentrification gradually penetrating the neighborhood. Oda Projesi as a physical space had to close on March 16th, 2005. But the group still continues to work in the form annexes to non-physical spaces as radio space or other media as newspaper, postcard, poster and so on…

2. Constructing a place, that bears its knowledge with it, as a space:
The term gecekondu which translates from Turkish as “to land by night”, refers to a sort of housing structure built by lower income groups as a solution to poor dwelling conditions of the newcomers to the big cities. There are terms in other languages for similar occurances in the urban setting such as ‘bidonville’ in French, ‘slum’, ‘shanty’ or ‘squatter’s house’ or ‘squatter town’ in English. This type of housing has a considerably low and spontaneous building technology. On the social level, gecekondu is directly linked with poverty, criminality, unemployment and everything that threatens cities, their integrity, health and aesthetics. One of the projects of Oda Projesi done in 2003 was about to work together with a group of experienced gecekondu builders and construct one outside one of the venues of the exhibition. When we had in mind to construct a gecekondu, we thought to ask the worker we met, what kind he would like to make and why. So Mustafa Tetik decided that he wants to built the gecekondu that he had constructed in 1985 when he first came to Istanbul with his family and he said that he would like to do it with his fellow friends.
Concentrating together on the idea of gecekondu and seeing it as a key to think on the usages of spaces in Istanbul was our main concern. What happens if we look to the city through the windows of a gecekondu? Taking the established knowledge and stereotypes on gecekondu in consideration we set out to look at the ways in which to create different meanings to open up other possible socio-spatial models. Challenging the way gecekondu is being represented in the social visibility, we rather aimed seeing it as a possibility. The house was built in 2 days with no police disturbation, with a beautiful view of the Bosphorus, it was named after the builder as “Mustafa Tetik Model” and as each piece in the exhibition has a label, its label was placed near the house. (The opening ceremony of the exhibition was done near the gecekondu by the head of Istanbul Municipality.) One can go in the house, there was nothing to find inside, just two empty rooms, a kitchen and a bathroom. In one of the rooms we placed a pile of newspapers which we named as Annex.

3. Using the medium of newspaper as to create a new space: annex.
Annex is the name of the series of newspapers Oda Projesi had been publishing for different occasions. The word “annex” as an idea first came up during the initial issue which was based on the urbanistic consequences of the big earthquake in 1999. After the disaster the government has given prefabricated houses to the families that had lost their houses. The prefabricated houses were built in the areas that remained outside the city centres, near to graveyards or in empty lots, in the first months these areas were looking like ghost cities with white houses, but after a while, when these crowded families were not instructed into new permanent residences and when they realized that they were would be living in these 55m2 container-like constructions for a longer time then they expected, they started to built annexes to the houses for different usages, each of them unique in material and style, sometimes more permanent then the house itself…
The first issue of Annex conceived all these occurrences as creative interventions readings in terms of “already built city”. The question used as the headline on the paper cover was “How unbuildable is your city?” The reader could also re-read clips taken from the local newspapers, like: “The constructions of the earthquake museums planned to commemorate the disasters of the Adapazarı Earthquake can never be completed. The museums and monuments were never opened because they were not constructed according to laws and regulations. According to the papers, the Earthquake Monument Comedy started when the ceiling of the “Earthquake Monument and Museum Complex” cracked and began to leak. The museum opened with a ceremony on the second anniversary of the November 12 earthquake by politicians was closed down when the leaking snow water started fill the building.”
The second issue of Annex was based on the phenomenon of gecekondu. The third set out to re-examine art spaces as annexes to the city. So with the occasion of each issue the term Annex had been re-thought and in each case people from various disciplines were invited to submit texts and conversations. Each time there was an effort to create new terminologies based on experience and on the going daily rhythm of the city. The Annexes aimed at functioning as an imitator of the city dynamics and trying to use the tools, strategies like in one issue you have the advertisement from a billboard in the city; We’ve opened up space for you!.

4. Book as a new space with a poli-narrative and poli-authorship: What if Oda Projesi decides on working with the medium of a book3 as a space. Like inviting people to your space, people that don’t know each other people from different social and linguistic backgrounds try to find a common ground to meet, what if with the collaboration of 154 people we are in the space of a book. Oda started with 8 questions all of which were first asked to the neighbours in Galata; questions concerning the daily life in the city, in the neighbourhood. When you receive the question you have to reply with an answer, ask a new question and introduce yourself shortly. Oda members decides on to whom these second questions will be addressed, that is what we did, to facilitate potential relations. So there came out an “apartment of relations” where people that don’t know each other establish a link with each other and create various narratives. As Derya Özkan in her review of the book wrote; “Narratives link to each other and together articulate a hypertext, a hyperspace. It is the practices of the narrators that form the book as space. As they write, they produce space. As you read, the image of the space takes form in your mind and you become part of the production. The narrators not only are different but also become different as they join the open-ended hyper-narrative. The unanswered questions lead the reader to the empty pages that invite her/him to join the production of the book space.”4

5. From place to space: This is a project where Oda Projesi adopted one architectural brief from a competition organized by a university, worked on it and rewrote it with the facts, acts, situations from the neighbourhood where the project space was based in. So mainly the language and the tendencies of the brief was adopted. The brief was itself in its language, approach and wishes, a synthesis of architectural knowledge and the daily practices in a neighbourhood. Then there was a call for the architects. Many invited architects did not want to take part in, found it contradictory to their discipline and their established way of producing knowledge. At the end 6 of them contributed to the project, the jury was comprised of the residents of the neighbourhood, and each of the competing parts came with drawings, models, 3D animations. Presentations, discussions and decision process was done in two days. At the end the competitor who came with a proposal in which he told as an architect he does not want to create a new model but thinks that the already existing neighbourhood is important to work on and to appreciate, won!

6. Radio as a space!
The project has experienced radio activities in two different occasions. One in the small circuit of the neighbourhood for the duration of a full month operating as a pirate transmission and the second one in a local radio station which has a Istanbul-wide transmission, in the last 2 years. If I try to translate our experiences into tentative guidelines that is how they will sound like:
Pirate radio: Find a place to put an antenna in the middle of your broadcasting area. Get technical help from someone that has done pirate radio before. Find a small room, minimum 15m2, a table, a mixer, at least 3 chairs, a red light, egg boxes, 2 cd players, at least 2 headphones. Ensure the people around you that this gonna work. Imagine what kind of a radio station you want. Make the first rehearsal with yourself and slowly get the others in this nonphysical stage. Then discover the hidden treasure of the neighborhood, of the friends… Be careful with the broadcasting area, don’t expand too much. Put small flyers around about the sound.
Legal radio: Go to a local radio channel and make them believe that the program you will make a difference and that it will fill a gap in the current programme and facilitate some discussions and get some energy in. That it will be a radio within a radio. Start using the same studio like the others but then slowly open the door, let the sound come in…
For Oda Projesi radio is not a radio by itself -if you don’t: turn on the “dead air” of your surrounding / open a place for yourself and experience the “air”/ collect your memories through sound and voice /gossip, hearsay, cook together, listen to your own music, share your favourite sounds with others / let your friend make his/her own broadcasting / let the airwaves inhabit your own space / use the microphone freely / use the microphone as a listener / use the earphones as a speaker use your body as a transmitter / let yourself to be over-tech / make narrowcasting/ make noise / pause the broadcasting / watch the radio / sneak into the frequencies/ resound somebody else’s voice.

So all these acts of Oda Projesi can also be read as a production of knowledge on the daily bases and on the pedestrian level which is possible with the creation of new spaces for meeting, thinking and being able to be “face to face”. But this is not an idealization of a special type of knowledge, rather having a distance to all, in search of not creating or duplicating a categorized knowledge, rather being in search for possibilities.

V.
Let me take you down, cause I’m going to
Strawberry fields
Nothing is real
And nothing to get hung about
Strawberry fields forever

John Lennon

To end or to begin, I would like to gather some strategies in this commodifying times: like, creating ways and possibilities of invisibility; in the times of visibility where to be visible in terms of gender, class, minorities is getting more and more important, the stage they appear on allows them to have the “equal” presence but which turns out to be for the benefit of capitalist system, that demands everyday more and more to turn into a product and a source of consumption, so working on creating spaces more engaged with daily life sources and dissolving in them; like newspaper, radio, new spaces working with already existing spaces like schools, offices, shops… / thinking on the citizen as an author not a reader of the city; from the experience of Istanbul where the citizen is the organizer and planner and builder in the city/ to believe that more possibilities arise from the expanding system of exchange instead of change / to think of “to cause to happen” as a tactic / to work on temporary spaces rather then situating oneself in one place and becoming “like an institution” mentally and practically / to re-imagine the value of experience rather then putting more effort on the final product and to be open to experience in the sense that it leads to other ends rather then the estimated one / to think on “the act of persuading”; what makes people come together for a certain act, that they are persuaded / a temporary negotiation for something to happen can lead to permanent acts / to work in places that don’t offer guarantee, guarantee in terms of “art spaces”, “institutions”… / to think on the relation of guest and host while thinking on knowledge production also, as the vertical hierarchy built up through production and also even in places where these issues are discussed as the lecturer and audience / to rethink on the acts that one can do as a “gift”, so what to do with the gift? / to think that art can weaken the boundaries it creates around it and around the existing systems / not to be instrumentalized in the production of product or ideas and avoiding to be perceived as a label / to imagine the space.

Seçil Yersel

oda sözlüğü

Mahalle: İçinden sokaklar, insanlar geçen kendine dönük olduğu kadar dışa kulak kabartan ve başkasına misafirperver olabileceği gibi onu içine almayı reddedebilen bir yapı, bir oluşum, bir deneyim alanı. Deyim: Mimarlar mahalle yapamaz. Bir mahalle için bakkal vazgeçilmez köşetaşıdır, bakkalsız mahalle antensiz radyoya benzer. Her mahallenin bir bakkalı olabileceği gibi hem bakkalı hem de bir avlusu olabilir, bu avlu hem bir buluşma mekanı, bir oyun alanı, piknik mekanı, çöplük, hem de çiçeklik, bataklıktır. Bazı mahallelerde eski sakinler artan emlak değerlerine dayanamayıp evlerini satmaya ve yeni gelenlere bırakmaya başlarlar. Bu yeni gelenler de güvenlik gerekçesi ile mahalleye bir bekçi kulübesi ya da güvenlik görevlisi kondurabilir, ev içini dahi aydınlatan güçlü sokak lambaları takabilir, hatta ve hatta mahalledeki çamaşır iplerini kesmek isteyebilir. Bu durumda mahallenin eski sakinlerinin birlik olup, yenilere “bir cevap” vermesi beklenir. Avlu mahallenin merkezinde ise -ki bu bir meydan da olabilir (ortasında bir kule olması şart değildir), bu avludaki orta nokta kaçak radyo yayını yapmak için antenin yerleşeceği alan olarak düşünülür. Tüm mahallenin gözlem alanına giren avlu, anten için güvenlikli ve rahat yayılım sağlayan açıdadır. Avlu sayesinde tüm mahalle kendini fiziki olmayan bir mekanda toparlar; bu mekan radyo stüdyosunun başka bir halidir. Radyo mahallenin misafir odası görevini görebilir.

Oda: İçinden insanlar, durumlar, anlar, zamanlar geçen katmanlaşmış olan yaşantıları taşıyabilen boyutu değişken, pencereli ya da penceresiz mekan. Oda denilen mekanın boyutu değişebilirken içine sığabilecek olanların yoğunluğu, boyutu ile doğru orantılı değildir. Örneğin, 15m2’lik bir odaya 154 kişi, bir kitaplık, bir radyo stüdyosu, 4 kişilik yemek masası ve sandalyeler, bir para çekme otomatı, bir salıncak, 4 ayrı evden gelen eşyalar… sığabilir. Bu durumda oda, ona güvenilmesi gereken bir birimdir; içinden her zaman köşesinde hayal edilecek bir yer ya da bütünü ile kasten işlevsiz bir mekan çıkabilir. Böylesi bir mekana zamanında sahip olmamak ileride karşılaşılacak olası mekanlara karşı kişiyi deneyimsiz, güçsüz bırakır ve mekanın mümkün tüm dönüştürücü gücü gözardı edilmiş, sisteme yenik düşülmüş olunur. İşte bu sebeplerden oda deneyiminden geçmiş her kişi gençlere “ bir odanız olsun” der. Odanın birleştirici özelliği ile ve sadece 3 harfin yanyana gelmesi ile ne güçler ortaya çıkacağı düşünülebilinir.

Balkon radyosu: Stüdyo radyosundan ayrılan özelliği ile ön plana çıkmaktadır. Kapısı, yalıtım sistemi, sabit masası, ışıklandırması ve havalandırması olan stüdyo radyosuna karşılık balkon radyosu havadar, komşulara ve her türlü hava şartlarına açık, hareketli, teknik donanım konusunda yetersiz ama istek ve inanç konusunda yeterlidir. Denendikçe olanakları ortaya çıktığından olanakları sonsuzdur, kendini yalnız hissetmemek ve teknik konuda destek almak için stüdyo radyosuna ihtiyaç duyar. Günümüzde bunun örneklerini görebiliriz ve hatta balkon radyolarından doğan enerji, kimi stüdyo radyolarında yeni çatlaklara, yeni oluşumlara ve kırılmalara, şaşkınlıklara yol açmaktadır. Bazı stüdyo radyoları mekanında yer alan “Varış” isimli çay pişirme makinaları, balkon radyosu çalışanları için herzaman önemli bir metafor olmuştur.

Kusurlu Ses: Gündelik yaşam içinde, kaldırımda, yer seviyesindeki seslerin duyumu ve yayımı sırasındaki işitsel kalitenin göreceli olarak “bozulması”. Kulağa yüzlerce filtre içinden geçerek, bozularak giren ses ve ağızdan dolaysızca çıkan, sokaktaki her türlü müdahaleye açık olan kusurlu ses, yaşayan sestir. Radyonun “ideal sesi” olarak tanımlanan şey, bir tür temsildir, ölüdür. Kusurlu ses canlı ve içtendir. “İdeal ses” ve “kusurlu ses”in ulaştıkları gövdede yarattıkları çınlama çok farklıdır. İdeal ses mesafe yaratır ama kusurlu ses, ulaştığı gövdenin yanı başındadır. Kulaktan giren seslerin “aklımıza, düşünceler kadar yakın olduğu”nu varsayarsak, yakın mesafeden işittiğimiz kusurlu ses, düşünmenin bir parçası oluverir. Kusurlu ses, gündelik ses’tir. Radyo, gündelik sesi yaymak için bir araçtır. Oda Projesi, Mayıs 2005’ten beri Açık Radyo’da kusurlu ses’in peşindedir.

Yararsız Uzam: “Benim için gerekli olan, ötekinin ‘varlığı’ değil, yaratılan uzamdır: arzunun iki taraflı yaşanması, öngörülemeyen bir doyumun paylaşılması olasılığı: oyunun kurgulanması değil, bir oyunun kendiliğinden varolması.”
Roland Barthes, Yazı Üzerine Çeşitlemeler- Metnin Hazzı
Radyo her şeyden önce bir mekândır. İçinden ses geçen bir mekân. Radyo’da sadece radyo yapılamaz. Teknik olanak, bu mekânın sunduğu birçok olasılıktan sadece biridir. Radyo yayıcıdır, dinleyici alıcıdır ama bu roller tersine döndüğü oranda bu ikili arasında sağlıklı bir ilişki oluşabilir. Dinleyicinin radyoya komşu olması, radyonun içine girmesi, “sunuyormuş” gibi yapması ile radyocunun dinleyicinin mekânına konuk olması ve “dinleyici” gibi davranması, birbirlerini anlamak adına önemlidir. Öyleyse bu mekânı pek çok farklı kullanıma açabiliriz. Radyoda buluşulur, yemek yapılır, sohbet edilir, yürünür, kitap okunur, dedikodu yapılır, susulur, radyo yapılır ve tüm bu eylemler çoğaltılabilir. Radyo tek bir işlevi olmayan kasten “yararsız” bir uzamdır.

“İşlevsiz bir uzam, “belirgin bir işlevi olmayan” değil ama, belirgin bir biçimde işlevsiz olan; çok işlevli olan değil (bunu yapmayı herkes bilir) ama işlev-dışı olan. Açıkça, diğer uzamları (eşya dolabı, gömme dolap, küçük giysi dolabı, derleyip toplama vs.) “özgürlüğüne kavuşturmak” için ayrılmış olmayan, ve yineliyorum, hiçbir işe yaramayan bir uzam.”
Georges Perec, “Yararsız bir Uzama Dair”, Espèces d’espaces.